3 Haziran 2007 Pazar

Tüm Minerallerin Sertlik Şampiyonu: Elmas

Pırıl pırıl parlayan bir elmas ile sağlam bir matkap ucu arasındaki ortak nokta nedir? İşlenmemiş ham elmas “tüm minerallerin, tüm malzemelerin” sertlik şampiyonudur. (1) Bu nedenle kristal elmas her türlü malzemeyi kesme, delme ve düzlemede, yani aşındırıcı olarak kullanılır. (2)

Sertlik; dıştan gelen kuvvetlerle minerallerin çizilmeye karşı gösterdiği dirençtir. Mineralleri sertlikleri yardımıyla tanıma kolaylığı vardır. Bir mineral diğeri tarafından çizdirilerek izafi sertlik değeri belirlenebilir. Tüm minerallere sertliklerini belirlemek amacıyla puanlama yapan bilim adamları, elmasa 10 üzerinden 10 puan vermeyi uygun bulmuşlardır. Peki elması bu kadar sert yapan nedir?

Kurşun kalemlerde kullandığımız kırılgan ve yumuşak grafit uç ile elmasın aynı atomlardan oluşması oldukça dikkat çekicidir. Grafit de tıpkı elmas gibi karbon atomlarından oluşur. Ne var ki biri oldukça yumuşak iken diğeri alabildiğine serttir. Biri kara bir kömür parçası gibi iken diğer pırıl pırıl bir yüzeye sahip olabilmektedir. Biri doğada son derece bol bulunurken diğerine rastlamak çok zordur. Tabi ki tüm bu nedenlerden dolayı elmas, grafit ile kıyaslanamayacak maddi bir değere sahiptir. Peki karbon atomu nasıl olup da birbirinden bu kadar farklı iki kimliğe bürünebilmektedir?

İsterseniz bu farklılığa girmeden önce biraz elması oluşturan karbon atomlarından bahsedelim. Karbon atomu canlılar için son derece önemlidir. İngiliz kimyager Nevil Sidgwick de, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bunların Bileşikleri) adlı eserinde bunu şöyle vurgular:

“Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur.”(3)

Karbonun sadece hidrojen ile kurduğu farklı bağlar, "hidrokarbonlar" olarak bilinen büyük bir aileyi meydana getirir. Bu aile içinde; doğal gaz, sıvı petrol, gaz yağı, kerosen ve çeşitli makina yağları vardır. Etilen ve propilen olarak bilinen hidrokarbonlar ise petrokimya endüstrisinin temelidir. Başka hidrokarbonlar da benzen, toluen ve turpentin gibi bileşikler meydana getirir. Giysilerimizi güvelenmekten koruması için dolaplara konan naftalin bir başka tür hidrokarbondur. Klor veya florla birleşen hidrokarbonlar ise anestezi maddeleri, yangın söndürücüler ve buzdolaplarında kullanılan freonlar gibi farklı maddeleri oluşturur.

İşte elması elmas yapan karbon böylesine önemli bir atomdur. Elmasın kristal yapısı, kristal dünyasındaki en mükemmel örnektir. Bir benzeri daha yoktur. Elmas kristallerinde karbon atomları elmasa sertlik özelliğini kazandıracak ideal bir geometrik düzen içindedirler. Grafit de karbondan oluşmasına karşın atomları elmastaki gibi bir düzen ile sıralanmazlar. Bu durum bilim adamları tarafından “allotropi” olarak adlandırılır.

Bir elementin atomlarının uzayda farklı farklı şekillerde dizilmesiyle oluşan yapıya allotropi denir. Bu olayı gerçekleştiren atomlara da allotrop atomlar denir. Bu olayı şöyle de örnekleyebiliriz;

Bir tuğla fabrikasından üç ayrı parti halinde 10.000'er tane tuğla alalım ve bu tuğlalar birbirinin aynısı olsun. Biz bu tuğlaları üç ayrı ustaya verelim. Bu ustalar birbirinden bağımsız, istedikleri gibi birer duvar yapsınlar.

  • Acaba bu duvarlar birbirinin aynısı olur mu?
  • Duvarların sağlamlıkları aynı mıdır?
  • Tuğlaların sanatsal dizilişleri aynı mıdır?

Bu soruların cevabı evet ise allotrop duvarlar oluşmadı. Yok eğer cevaplar hayır ise allotrop duvarlar oluştu diyebiliriz.

Oksijen gazı ile Ozon gazı oksijen atomlarının allotroplarıdır.

Elmas, Grafit ve amorf karbon, karbon atomunun allotroplarıdır.

Beyaz Fosfor ile Kırmızı Fosfor, fosfor atomunun allotroplarıdır.

Rombik kükürt ile Monoklin kükürt' te kükürtün allotroplarıdır.

Allotrop Atomların Özellikleri:

a) Atom ve kütle numaraları aynıdır.

b) Molekül geometrileri farklıdır

c) Kimyasal tepkimeye girme istekleri farklıdır, ancak tepkime sonunda oluşturdukları bileşikler aynıdır.

d) Molekül sağlamlıkları farklıdır.

Elmas ve grafit'in bazı fiziksel özellikleri aşağıda verilmiştir.

ELMAS

GRAFİT

YAPI OLUŞTURAN ATOM

Karbon

Karbon

ERİME NOKTASI

Yüksek

Düşük

MOLEKÜL DİZİLİM ŞEKLİ

Düzgün dörtyüzlü

Düzgün altıgen

SERTLİK

Sert

Yumuşak

IŞIK GEÇİRGENLİĞİ

Geçirgen

Geçirgen Değil

Elması değerli kılan tüm özellikleri, oluşumu sırasında ortaya çıkan şartlara bağlıdır. Doğal elmasın oluşumu için olağanüstü koşullar, yani aşırı yüksek sıcaklık ve basınç gerekir. Elmas yerkabuğunun derinliklerinde doğar. Erimiş elmas içeren kısımlar yüzeye fışkırıp donabilir, ancak bu olay çok nadiren gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzünde çok az sayıda elmas yatağı vardır. Zengin yatakların sayısı ise birkaçı geçmez. Doğal elmasın yapısı ve oluşum şekli bilim adamları için yol gösterici olmuş ve bu sayede yapay elmas üretilebilmiştir. Bazı denemeler sonunda, 100 bin atmosfer basınç ve üç bin derece sıcaklık altında tutulan grafit, elmas haline getirilmiştir. Ancak üretilen sentetik elmaslar, doğal olanları kadar değerli değil. Bu nedenle yapay elmaslar, çok sert yapılarından dolayı endüstride bir çeşit zımpara olarak kullanılmaktadır.

Elmasın Kullanım Alanları: Elmaslar üç çeşittir:
A) Asil elmas: Asıl ve kıymetli olan elmastır. Ölçü birimi kırat (karat) tır. 1 kırat 0,205 gramdır. Mücevher olarak kullanılır.
B) Bort: Yarı saydam ve lifi yapılı bir elmastır. Asıl elmastan daha sert olduğu için, iyi cins elmasları traş etmede kullanılır. Ayrıca sondaj sanayisinde elmas kron yapımında kullanılır.
C) Karbonado: Şekilsiz ve siyah renkli bir elmas çeşididir. Bunun da sertliği asıl elmastan fazladır. Sondaj ekipmanları imalatında kullanılır.

Kimyager Sidwick'in de belirttiği gibi içinde sadece 6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomu tam bir mucizedir. Sadece atomlar arasındaki bir sıralama farklılığının bu kadar farklı sonuçlar doğurması ve bu sonuçların insanlığa büyük imkanlar sunması Allah'ın bir lütfu olduğunu anlamamıza yeter. Kaldı ki karbon atomunun canlılık için önemli olan herhangi bir özelliğinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır. Kısacası diğer her şey gibi karbon atomunu da tüm özellikleriyle birlikte Allah yaratmıştır.

Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)

Teknolojiden Üstün Organlar


Amerika'daki Ulusal Sandia Laboratuvarı, 12 Temmuz 2001 tarihinde yayınladığı haber bülteninde, yapılan çalışmalar sonucunda "göz keskinliğine ve netliğine yaklaştıklarını" açıkladı.

Yayınlanan haberde "64 bilgisayarı kullanarak dijital bir görüntü elde edildiği ve bilgisayarların bu görüntüye ulaşmasının ise yalnızca birkaç saniye sürdüğü" belirtildi.1 Bu elbette ki çok önemli bir gelişmedir ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır:

İnsan gözü retinadaki görüntüyü saniyenin onda biri kadarlık kısa bir sürede oluşturur ve bu görüntü yalnızca 1 milimetrekare genişliğinde bir alanı kaplar. Bu özellikleri düşünüldüğünde insan gözünün son teknolojiye sahip 64 bilgisayardan çok daha hızlı ve kullanışlı bir mekanizma olduğu açıkça görülmektedir.

Teknoloji İnsan Kalbindeki Tasarıma Ulaşamıyor

Ortalama 70-80 yıl gibi uzun bir süre yaşayan bir kişinin kalbi, dakikada 70-80 kereden bütün ömrü boyunca yaklaşık birkaç milyar defa atar. Yapay kalp üzerine araştırmalarıyla tanınan "Abiomed" isimli şirket, bütün araştırmalarına rağmen kalbin yıllarca başarıyla sergilediği kesintisiz fonksiyonu taklit edemeyeceklerini ifade etmiştir. Şirketin yeni geliştirdiği yapay kalbin 5 senede yaklaşık 175 milyon kez atması ise çok iyi bir hedef olarak görülmektedir.2

Son teknoloji ürünü bu yapay kalp, insanlardan önce danalarda denenmiş, ancak danalar sadece birkaç ay süre ile hayatta kalabilmişlerdir. Birkaç ufak değişiklikle birlikte yeni kalbin gelecek yıl insanlarda da denenmesi planlanmaktadır. Duke Üniversitesi'nde bir biyomühendis olan ve bu konuda yazılmış bir de kitabı bulunan Steven Vogel, araştırmacıların neden insan kalbini taklit etmekte bu kadar zorlandıklarını şöyle açıklamaktadır:

Bizim sahip olduğumuz motorlar, güçleri ve etkinlikleri ne olursa olsun, o kadar farklı çalışırlar ki. Oysa kalp kası, bizim teknolojik donanımımızda bulunan hiçbir şeye benzemeyen yumuşak, ıslak, kasılabilen bir makine gibidir. İşte bir kalbi bu yüzden taklit edemezsiniz.3

Abiomed şirketinin yapay kalbi de gerçek bir kalp gibi 2 karıncıktan oluşmaktadır. İki kalp arasındaki benzerlik sadece budur. Araştırmayı yöneten Pennsylvania Üniversitesi'nden biyomühendis Alan Snyder bu farkı "Gerçek bir kalpte kas bir kap gibi görev görüyor ve kendisi kasılıyor" ifadeleriyle anlatır.4 Kalple aynı prensipte çalışan pompalarda bir kap ve bu kabın içindeki akışkanı pompalayan bir de sistem bulunur. Kalpte ise kabın kendisi pompa işlemi görür. Alan Snyder'in bir cümle ile özetlediği fark işte budur.

Kendi kendine kasılan bir kabı nasıl yapacaklarını bilemeyen araştırmacılar, iki karıncığın arasına yerleştirdikleri bir motor sayesinde, her iki karıncığın iç duvarlarını iterek hareket ettirmişlerdir. Yapay kalp, karın içine yerleştirilen bir pille çalışmakta, bu pil ise hastanın üzerinde taşıdığı şarj olabilen daha büyük bir pil paketinden yayılan radyo dalgaları ile sürekli şarj edilmek zorundadır.

Gerçek bir kalbin ise enerji için bir pile ihtiyacı yoktur, çünkü kalbimiz kendi nerjisini her hücresinin içinde kendi başına üretebilen benzersiz bir kas tasarımına sahiptir. Ayrıca kalbin taklit edilemeyen özelliklerinden biri de eşi benzeri olmayan dinamik bir atım hacmine sahip olmasıdır. Nitekim dinlenme halinde dakikada 5 litre kan pompalayan bir kalp, egzersiz sırasında bunu dakikada 25-30 litreye kadar artırabilir. Abiomed şirketinin yöneticisi olan Kung, bu olağanüstü tempo değişikliğini "Bu henüz hiçbir mekanik cihazın ulaşamayacağı bir şey" diyerek ifade eder. Şirketin yaptığı yapay kalp ise dakikada en fazla 10 litre kan pompalayabilir ki bu da pek çok faaliyet açısından yetersiz kalır.5

Ama asıl ulaşılamayan, kalbin kendine pompaladığı kan ile beslenmesi ve ihtiyaca göre güçlenmesidir. Böylece bir kalp hiç bakım görmeden 50-60 sene çalışabilir. Kalp kendi kendini yenileyebilme özelliğine sahiptir. Bu nedenle kesintisiz çalışma performansını hiçbir zaman kaybetmez. Bu da onu taklit edilemez yapan en büyük özelliklerinden bir başkasıdır.

Bilim adamlarının günümüz teknolojisi ile ulaşamadıkları, sadece ulaşmayı hayal edebildikleri özelliklere sahip olan kalbimiz, benzersiz tasarımıyla Yaratıcımızın, Yüce Rabbimiz olan Allah'ın üstün ilmini bizlere tanıtmaktadır.

Bilgisayarlardaki Virüs Tehlikesine Karşı Bağışıklık Sistemimizden Gelen Çözüm

Siber alemde bir bilgisayar bir virüsten etkilenecek olursa bu, dünyadaki diğer bilgisayarların da etkilenebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla pek çok firma, bilgisayar network sistemlerini virüslerden korumak için bir "bağışıklık sistemi" oluşturmanın gerekliliğini hissetmiş ve bu alanda çok sayıda çalışma yapmaya başlamışlardır. Bu çalışmaları sürdüren merkezlerden biri de New York'ta bulunan, IBM'in Watson Araştırma Merkezi'ndeki virüs yalıtım laboratuvarıdır. Burası, öldürücü virüslerle çalışan yüksek güvenlikli bir mikrobiyoloji laboratuvarıdır. Ayrıca burada, şimdiye kadar tanımlanmış 12.000 bilgisayar virüsünü teşhis edebilecek, aynı zamanda virüsü güvenli bir şekilde bilgisayarlardan izole ve yok edebilecek programlar üretilmektedir.

Biraz önce bahsettiğimiz siber alemdeki virüslere karşı mevcut bilgisayar sistemlerini koruyabilecek dünya çapında bir bağışıklık sistemi kurmaya çalışan firmalardan birisi de ünlü bir marka olan IBM firmasıdır. Firma yetkililerinden biri olan Steve White, bu konuda çözüme ulaşabilmek için insan vücudundaki gibi bir bağışıklık sisteminin kurulması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:

İnsan ırkının varlığını devam ettirebilmesinin tek sebebi, sahip olduğu bağışıklık sistemidir. Siber-alemin devamı için de bir bağışıklık sistemine sahip olması şarttır.6

Araştırmacılar bilgisayar ağları ile canlılar arasında kurdukları bu bağlantı sayesinde, bilgisayarları tıpkı savunma sistemimizin işleyişi gibi koruyan programlar üretmeye başlamışlardır. Onlara göre epidomoloji (salgın hastalıklarla ilgilenen bilim dalı) ve immunolojiden (bağışıklık sistemi ile ilgilenen bilim dalı) öğrendiklerimiz, canlı organizmaları koruduğu gibi elektronik organizmaları da yeni tehlikelerden koruyabilecektir.

Bilgisayar virüsleri, bilgisayarlara sızıp kendilerini kopyalayarak çoğaltacak ve girdiği bilgisayarda hasarlar oluşturacak şekilde dizayn edilmiş sinsi programlardır. Bu virüslerin belirtileri, tıpkı insanlarda görülen çeşitli hastalıklar gibi, bilgisayar sisteminin yavaşlaması, bazen de esrarengiz bir şekilde dosyalarda hasar oluşmasıdır.

Virüs tehdidine karşı bilgisayarınızı korumayı vaad eden programlar, bilgisayarınızın hafızası tarafından daha önce tanımlanmış virüslerin izlerini bulmak için bilgisayarın bütün belleğindeki her kodu araştıran teşhis programlarıdır. Bilgisayar virüsleri, yazılımcısının imzası niteliğini taşıyan ve tanınmasına imkan veren izler barındırırlar. Bilgisayardaki virüs tarayıcı program bu imzayı bulduğunda, bilgisayara virüsün bulaştığına dair bir uyarı verir.

Yine de anti virüs programlarının bilgisayarlar için tam bir koruma sağladığı söylenemez. Çünkü bazı kişiler birkaç gün içinde yeni virüsler hazırlayıp bilgisayar ortamlarına yerleştirebilmektedir. Bu durumda anti virüs programlarının sürekli olarak güncellenmesi, yeni virüs izlerini tanımalarını sağlayacak bilgilerin verilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla sistemler devamlı yenilenmeli ve yeni geliştirilen virüslere karşı yeni anti-virüs programlarının eklenmesi gereklidir.

Ayrıca dünya çapında internet kullanımının yayılması ile birlikte bu virüsler de çok büyük bir hızla yayılmaya ve bilgisayarlara ciddi hasarlar vermeye başlamıştır. IBM firması araştırmacıları da çözümü, doğadaki örneklerin taklit edilmesinde bulmuşlardır. Herşeyden önce bilgisayar virüslerinin de suni bir hayatı vardır ve tıpkı doğadaki biyolojik virüsler gibi, içinde bulundukları sistemi kendilerini çoğaltmak için kullanırlar. Araştırmacılar bu benzerlikten yola çıkarak insanın bağışıklık sisteminin insan vücudunu nasıl koruduğunu incelemişlerdir:

Vücut, yabancı bir organizmayla karşılaştığında hemen istilacıyı tanıyıp etkisiz hale getirecek bir antikor oluşturmaya başlar. Bağışıklık sistemi hastalığa yol açabilecek hücrenin bütününü analiz etmek durumunda da değildir. İlk enfeksiyon yatıştırıldığında, vücut ileriki bir enfeksiyonda daha hızlı karşılık verebilmek için bu antikorlardan bir kısmını hazır tutar. İşte bu hazır tutulan antikorlar sayesinde hücrenin tümünün incelenmesine gerek kalmaz. Nitekim mevcut anti-virüs programları da bütün virüsü değil ama virüsün imzasını tanıyacak bir antikor içerirler.

Görüldüğü gibi insanları teknolojik alanda çaresiz bırakan konuların çözümleri dahi doğada mevcuttur. Her detayın düşünülmüş olduğu kusursuz bir işleyişe sahip savunma sistemimiz, daha biz doğmadan -bizi korumak göreviyle- hazır bulundurulmuştur.

Gözden Fotoğraf Makinasına: Görmenin Teknolojisi

Omurgalı hayvanların gözleri, ışığın "göz bebeği" adı verilen delikten içeri girdiği yuvarlak toplara benzer. Göz bebeğinin arkasında mercekler yer alır. Işık önce bu merceğin daha sonra da göz yuvalarını dolduran sıvının içinden geçer ve retinanın üzerine düşer. Retinanın üzerinde, "koni hücreler" ve "çubuk hücreler" olarak adlandırılan yaklaşık yüz milyon hücre vardır. Çubuklar aydınlığı ve karanlığı ayırt edebilirken, koniler renkleri seçerler. Bu hücreler, üzerlerine düşen ışığın etkisiyle oluşan imajı elektrik sinyallerine çevirip optik sinir ağı aracılığıyla beyne yollar. Gözler ışık yoğunluğunu göz bebeğini çevreleyen iris aracılığıyla ayarlar. İris ise, yapısında bulunan minik kaslar sayesinde büyüyüp küçülebilir. Bu, fotoğraf makinelerindekine benzer bir mekanizmadır. Makinaya giren ışık miktarı, "diafram" adı verilen mekanik bir iris aracılığıyla ayarlanmaktadır. Phil Gates Wild Technology adlı kitabında, fotoğraf makinalarının gözü taklit eden basit bir model olduğunu şöyle açıklar:

Fotoğraf makinaları, omurgalı gözlerinin ilkel ve mekanik bir versiyonudur. Bu makinalar aslında aynen göz gibi, önlerindeki açıklık dışında içine ışık geçirmeyen kutulardır. Görüntüyü retina yerine bir film üzerine yansıtırlar. Gözlerde görüntüye odaklanma merceğin şekli değiştirilerek olur. Fotoğraf makinalarında ise bu işlem merceğin filme olan mesafesi değiştirilerek gerçekleştirilir.7

Netlik Ayarı

Fotoğraf çekilirken yapılacak ilk işlem netlik ayarıdır. Görme işleminde de, etrafımızdaki görüntülerin duyarlı tabaka üzerine net olarak düşmesi için aynı işlemin yapılması gerekir. Fotoğraf makinelerinde bu işlem elle, gelişmiş kameralarda ise otomatik olarak yapılır. Daha özel amaçlarla kullanılan mikroskop ve teleskoplarda da netlik ayarı yapılır. Ancak yapılan bu işlem her durumda vakit kaybına neden olur.

Oysa insan gözü bu ayarı sürekli olarak ve çok kısa bir süre içinde kendi kendine yapar. Üstelik kullanılan yöntem taklit edilemeyecek kadar üstündür. Göz merceği, çevresinde bulunan kaslar sayesinde görüntüyü retina üzerine düşürür. Yapısı son derece esnek olan ve kolay biçim değiştiren bu mercek, gerektiğinde bombeleşerek, gerektiğinde gerilerek ışığın düştüğü noktayı sabit tutar.

Eğer gözde bu ayar kendiliğinden yapılmasaydı, örneğin insan baktığı noktaya bir düğme yardımı ile odaklama yapmak zorunda kalsaydı, görmek için sürekli özel bir çaba harcaması gerekecekti. Görüntü bir netleşip bir bulanıklaşacaktı. Bir nesneye bakıldığında görebilmek zaman alacak, bunun sonucunda tüm hareketlerimiz yavaşlayacaktı.

Ancak Allah gözlerimizi kusursuz olarak yaratmıştır ve dolayısıyla bu sıkıntıların hiçbirini yaşamayız. Hiç kimse, karşısında belli bir uzaklıkta duran nesneyi net olarak görmek istediğinde, aradaki mesafeyi, merceğin odaklama ayarını ve bunlarla ilgili birçok optik hesaplamaları yapmakla uğraşmaz. Nesneyi net görebilmek için yalnızca ona bakmak yeterlidir. Geri kalan tüm işlemler otomatik olarak göz ve beyin tarafından halledilir. Üstelik bütün bu işlemler yalnızca bir isteme süresinde gerçekleşir.

Işık Uyumu

Bir fotoğraf makinesiyle gündüz çekilen fotoğraf net olur. Ancak aynı film ve makineyle gece yıldızlar çekildiğinde fotoğrafta hiçbir şey gözükmez. Oysa göz kapaklarımız saniyenin onda biri gibi kısa bir zamanda açılıp kapanmalarına rağmen geceleri yıldızları çok net bir şekilde görebiliriz. Çünkü gözlerimiz çok çeşitli aydınlanma koşullarına ve değişik ışık şiddetlerine göre kendisini her an otomatik olarak ayarlayabilir. Bunu sağlayan, gözbebeğinin etrafındaki kaslardır. Eğer ortam karanlık olursa bu kaslar açılır, gözbebeği genişler ve göze daha çok ışığın girmesi sağlanır. Eğer ortam aydınlık olursa bu sefer kaslar kapanır, gözbebeği küçülür ve içeri giren ışığın miktarı azaltılır. Bu sayede hem gece hem gündüz görüntü net olur.

Renkli Dünyaya Açılan Pencere

Göz, görüntünün aynı anda hem siyah-beyaz, hem de renkli fotoğrafını çeker. Daha sonra bu fotoğraflar beyinde sentezlenerek normal görüntü halini alır.

Retina tabakasında bulunan çubuk hücrelerinin görevi, bakılan nesnenin biçimini siyah-beyaz olarak ayrıntılı bir şekilde algılamaktır. Koni hücreleri ise nesnenin renklerini tespit ederler. Sonuçta, her iki hücreden alınan sinyallerin değerlendirilmesiyle, dış dünyanın görüntüsü şekillenir ve renkli bir halde beynimizde oluşur.

Gözdeki Üstün Teknoloji

Fotoğraf makinesi göze göre son derece ilkel bir yapıya sahiptir. Hatta gözün görüntü iletme tekniği en gelişmiş kameralardan bile kat kat üstündür. Sonuç olarak da gözün ilettiği görüntü insanoğlu tarafından yapılmış herhangi bir aletin iletebildiği görüntüden çok daha kalitelidir.

Bir TV kamerasının çalışma prensipleri incelenirse sözü edilen gerçek daha iyi anlaşılır. Bu kameranın çalışma ilkesi görüntülerin değil, bir görüntüyü yeniden oluşturacak olan ışıklı nokta dizilerinin iletilmesine dayanır. Bu yüzden kamera karşısındaki nesne, satır denilen belirli sayıda kuşağa bölünür ve de yayın sırasında bir "tarama" işlemine başvurulur. Bir fotosel lamba, böyle bir satırın bütün noktalarını soldan sağa birbiri ardınca tarar. Hepsinin ışık durumunu değerlendirir ve sonunda bunlara dayanarak birtakım sinyaller verir. Bir satırı baştan sona kadar taradıktan sonra, bir sonraki satıra geçer ve tarama işlemi böylece sürüp gider. Bu fotoselin çalışma ritmi, bir görüntünün 625 ya da 819 satırını 1/25 saniyede tarayabilecek şekilde hesaplanmıştır. Böylece bütün bir görüntünün tamamlanması bitince, yeni bir görüntü iletilir. Bu şekilde iletilen bildirilerin sayısı çok fazladır ve sinyaller baş döndürücü bir tempoyla üretilir.

Gözün tüm bu anlattıklarımızdan çok daha üstün bir işleyiş mekanizmasına sahip olduğu dahası hiçbir bakım ve parça değişimine ihtiyaç duymadığı düşünülürse yapısının ne kadar hayranlık verici ve mükemmel olduğu daha net bir şekilde anlaşılır.

Tıp teknolojisi geliştikçe de insan gözünün ne kadar büyük bir mucize olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Göz hakkında elde edilen bilgilerin teknolojiye uyarlanmasıyla da her geçen gün çok daha gelişmiş kameralar, fotoğraf makineleri ve sayısız optik sistem üretilmektedir. Ancak, teknoloji ne kadar ilerlese de yapılan elektronik aletler gözün ilkel birer taklidi olmaktan öteye gidememiştir. Bilgisayar destekli kameralar da dahil olmak üzere hiçbir insan buluşu alet, göze rakip olamaz.8

Peki gözdeki bu kompleks yapı nasıl ortaya çıkmıştır?

Kuşkusuz bu yapının tesadüfler sonucunda ya da uzun zaman içinde kendi kendine oluşması mümkün değildir. Göz tek bir parçası eksik olsa işlevini yerine getiremeyecek bir yapıya sahiptir. Hiçbir tasarım tesadüfen oluşamaz, gözde ise çok açık ve benzersiz bir tasarım vardır. Bu ise bizi bir tasarımcının varlığına götürür. Gözdeki bu tasarımın tek sahibi Allah'tır. Herşeyi en güzel bir biçimde algılamamızı sağlayan bu organın bize verilmiş olması, Allah'a şükretmemiz için çok büyük bir vesiledir. Bu gerçek, Kuran-ı Kerim'in bir ayetinde bize şöyle bildirilir:

De ki: 'Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur.' Ne az şükrediyorsunuz? (Mülk Suresi, 23)

Bilim Adamları Gözü Taklit Etmeye Çalışıyorlar

Gözün gerçekleştirdiği işlemlere hayranlık duyan ve gözün üstün tasarımını teknolojik alanda taklit etmek isteyen bilim adamları, son zamanlarda bu konu hakkında birçok çalışma yapmaktadırlar. Bu sayede doğada bulunan canlıları ve kusursuz mekanizmaları da daha yakından inceleme imkanı bulmuşlardır. Biyomimetik alanında yapılan bu çalışmalar teknolojik alandaki gelişmelere büyük hız kazandırmaktadır.

Bilgisayar Devrelerinin Tasarımı, Doğadaki Örneklerinden Taklit Ediliyor

Gözümüzün sinir hücreleri olan "retina hücreleri" gelen ışığı tanıyıp yorumlar. Retina hücreleri daha sonra değerlendirilen bu bilgileri bağlantıda oldukları diğer hücrelere iletir. Gözümüzdeki tüm bu işlemler yeni bilgisayarlara model oluşturmuştur:

Retina hücrelerinin yaptığı iş yalnızca ışığı algılamakla sınırlı değildir. Retina birbirleriyle olağanüstü bir yoğunlukta bağlantı oluşturmuş sinir hücrelerinden oluşur. Işığa ait sinyaller beyne iletilmeden önce sayısız işlemden geçirilir. Örneğin retinayı oluşturan hücreler cisimlerin kenarlarını hesaplar, ışık sinyalinin gücünü artırır, aydınlık ya da karanlığa göre uyum sağlayarak düzeltmeler yapar. Günümüzün güçlü bilgisayarları da benzeri işlemleri yerine getirebilmektedir. Ancak retinadaki sinir ağı bu iş için, bilgisayarlara nispeten çok daha az bir enerji kullanır.9

California Teknoloji Enstitüsü'nden Carver Mead başkanlığında bir araştırma ekibi, retinada kolayca gerçekleştirilen işlemlere imkan tanıyan tasarımın sırrını araştırmaktadır. Carver Mead, Caltech firmasından biyolog Misha Mahowald ile birlikte retinadaki sinir ağına benzer yapıda elektronik devreler tasarlamıştır. Yapılan bu devrelerde gözdeki gibi ışık algılayıcıları bulunmaktadır. Algılayıcılar tıpkı retinada olduğu gibi bir diğer algılayıcıyla bağlantı halindedir. Kullanılan direnç, amfi gibi elektronik devre parçalarının, ışık algılayıcılarının, retina hücreleri gibi kendi aralarında haberleşebilmelerine imkan tanımaktadır.10

Ancak tüm çabalara rağmen, bu devreyi, retina ağında olduğu gibi birebir olarak taklit edebilmek mümkün olmamıştır. Çünkü canlı bir retinadaki hücrelerin ve bunların arasındaki bağlantıların sayısı çok fazladır. Bunun yerine tasarım mühendisleri şu an için, retinadaki sinir ağının ön işlemlerini nasıl yaptıklarını anlamaya çalışıp, aynı işi yapabilen daha basit devreler tasarlamaktadırlar.

Sinek Kulağındaki Tasarım İşitme Aletlerinde Devrim Yapacak

California Üniversitesi Beyin Araştırma Enstitüsü'nün fizyoloji bölümündeki araştırmacılar, daha hassas işitme cihazları üretebilmek için doğadaki işitme sistemlerini incelemeye almışlardır. Yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda Ormia ochracea adlı sinek türünün kulağının, sahip olduğu olağanüstü tasarımıyla işitme aleti dizaynında bir devrim yapacağı anlaşılmıştır. Bu sineğin kulağı, sesin geldiği yönü mükemmel bir şekilde tespit edecek şekilde tasarlanmıştır. Nörobiyolog Ron Hoy bu durumu şöyle anlatır:

Bugüne dek, sesin geldiği yönü tayinde insan kulağının en iyi olduğunu zannediyorduk. Birbirinden 15 cm uzaklıkta yer alan iki kulağımız sayesinde, ses kaynağının yeri hakkında yeterli ipucu elde edebiliyoruz. Oysa Ormia sineği, kulaklarının arasında yarım milimetrelik bir mesafe olmasına rağmen sesin kaynağını tüm canlılardan daha iyi tespit edebiliyor.11

Ormia sineğinin, sesin geldiği yeri hatasız olarak bulabilmesi soyunun devamı için şarttır, çünkü larvalarına besin kaynağı olabilecek bir cırcır böceği bulmak zorundadır. Ormia yumurtalarını, bulduğu bu cırcır böceğinin üzerine bırakarak çıkacak asalak larvaların onunla beslenmelerini sağlar.

Ormia sineğinin, cırcır böceğinin yerini bulması için tasarlanmış hassas kulakları vardır. Şarkı söyleyen cırcır böceğinin yerini o kadar milimetrik saptar ki, koca ormanın içinde hedefini yalnızca 2 derecelik bir hata payıyla yakalar.

İnsan beyni de sesin yerini tespit için Ormia ile aynı yöntemi kullanılır. Bunun için, sesin önce yakındaki kulağa, daha sonra uzakta kalan kulağa ulaşması yeterlidir. Ses dalgası kulak zarına çarptığında bu etki elektrik sinyaline çevrilerek hemen beyne iletilir. Sesin iki ayrı kulağa kaç milisaniye farkla ulaştığını hesaplayan beyin, böylece sesin geldiği yönü hemen saptar. İnsanda bu hesaplama 10 milisaniyede sonuçlanır. Oysa bu sinek türü, aynı hesabı toplu-iğne başı büyüklüğündeki beyniyle, insandan bin kat daha hızlı bir şekilde gerçekleştirir.12

Bu sineğin minik olmasına rağmen oldukça işlevsel olan kulak tasarımı, "ORMİAFON" adı altında, işitme aleti ve dinleme cihazlarının yapımında taklit edilmeye çalışılmaktadır. Görüldüğü gibi, küçücük bir sinek dahi evrim teorisinin 'tesadüfen oluşma' safsatasını kökünden çürüten çok üstün bir yapıya ve tasarıma sahiptir. Yine aynı küçük sinek, her parçası ve özelliğiyle onu yaratan sonsuz ilim ve kudret sahibi Yaratıcımızın üstün yaratma sanatını sergiler. Böyle küçücük bir sineğin değil kendi kendine, evrim gibi hayali bir süreçle oluşması, akıl ve zeka sahibi insanların hepsinin biraraya gelmesi, en son teknolojileri ve imkanları seferber etmeleri ile dahi meydana getirilmesi mümkün değildir.

Küçücük bir sinek bile Allah'ın üstün yaratmasının apaçık delillerindendir.

Teknolojik Ürün Geliştirmeye Uygun Tasarlanmış Bir Evren

Şüphesiz gerek fotonların gerekse elektronların davranış biçimleri sebepsiz değildir. "Bu davranış biçimleri ile ortaya çıkan özellikler hayatımızın hangi noktalarında ön plana çıkar ve teknolojik olarak nerelerde kullanırız?" sorularının cevapları çok geniş sahayı kapsar.

Günlük hayatta kullandığımız transistorlu radyo, dijital saat, elektronik hesap makinesi, televizyon ve bilgisayarların kalbi olan transistorlar ve entegreler gibi sıradan aletlerin yanı sıra modern biyoloji ve kimyanın temellerini, DNA üzerine yapılan çözümlemeleri ve lazer teknolojisini hep atomların bugünkü davranış özelliklerine sahip olarak yaratılmış olmasına borçluyuz.

Bugün her evde kullanılan televizyonlar, bilgisayar ekranları, bilgisayarın kasa olarak tabir edilen bölümünün içindeki parçaların hemen hemen tamamı, telefonlar, radyolar, teypler, kısacası, elektronik malzeme içeren bütün cihazlar hep atomların belli dış etkilere karşı gösterdiği tepkilerden yararlanılarak oluşturulmuştur.

Bunlardan hemen her evde kullanılan televizyonu ele alalım: Televizyon anten yardımıyla vericilerden aldığı bilgileri bazı elektronik parçaların yardımıyla ekrana iletir. Ekran da bu bilgiler görsel hale getirilirler. Televizyonun antenine gelen dalgalar, tıpkı ses dalgalarının kulak zarını titreştirmesi gibi anten içinde bulunan elektronları titreştirir. Titreşen bu elektronlar, gelen televizyon dalgasıyla aynı titreşim sayısına sahip olacak şekilde salınırlar. Bu salınım bir kablo boyunca televizyona taşınır ve televizyonda bulunan birtakım elektronik aletlerle gelen titreşimler deşifre edilir. Ön hazırlık evresi diyebileceğimiz bu deşifre etme kısmında ekranın hangi noktasına hangi enerjiye sahip elektron düşürüleceği belirlenir.

Bu bölümde deşifre edilen bilgilere göre, halk arasında televizyon tüpü denilen kısımda elektronlar ekranın farklı kısımlarına, çeşitli enerjilerde fırlatılırlar. Kısacası bu tüp, elektronların ekranın uygun yerlerine gerekli enerjilerde düşürülmesini sağlayan bir aygıttır. Olay bununla da bitmez, biz ekranda direkt elektronları görmeyiz. Çünkü ekran flüoresans madde ile kaplıdır. Ve bu madde üzerine düşürülen elektronlar, sahip oldukları enerjiyle bağlantılı olarak farklı renkte fotonlar meydana getirirler.

Bu aynı zamanda elektronların parçacık özelliği göstermesinden faydalanılarak elde edilmiş bir sonuçtur. Elektron sanki bir bilye gibi yönlendirilmekte ve karşısındaki ekrana fırlatılmakta, böylece ekranda nokta şeklinde bir görüntü oluşmaktadır.

Elektronların parçacık özelliği göstermesi sonucu televizyon elde edilmiştir. Ve televizyon için sıralanan olayların hepsi, bizim algılamamıza kıyasla bir anda gerçekleşmekte, böylelikle hiç kesintisiz ardı ardına gelen görüntüler almaktayız.

Bu bilgiler, elektronların yani kuantum parçacıklarının elektrik ve manyetik alanlarda gösterdikleri davranışların incelenmesi ile elde edilmiş sonuçlardır. Adı geçen diğer tüm aletlerde de yine elektronların yani kuantumların değişik elektrik ve manyetik alanlara karşı gösterdikleri davranışlar önemlidir. Nitekim ünlü bir teknoloji uzmanı olan George Gilder "İnanıyorum ki ışık, Allah tarafından iletişim amacıyla yaratılmış" (1) diyerek ışığın özel bir nimet olduğunu ifade ediyor.

Buraya kadar ışık derken genelde gözümüzle gördüğümüz ışığı kastettik. Ancak bilim adamları için ışık deyince gözümüzle gördüğümüz ve görmediğimiz geniş bir yelpazedeki tüm ışınları kastederler. Bunlar da tıpkı görünür ışık gibi davranırlar ve sahip oldukları özellikler nedeniyle de teknolojik araçları geliştirmemize imkan tanımışlardır.

Mesela bazı ışıklar çok alçak frekanslara sahiptir. Böyle bir ışık darbesi uzaktaki bir hedefe çarpıp bir saniyede hatta daha kısa bir anda geri dönebilmektedir. Üstelik ışığı gönderdiğiniz ortam sisli, puslu ya da bulutlarla kaplı olsa bile ışık kendine verilen görevi yerine getirebilmektedir. Böyle ışık dalgaları bilim adamlarınca mikro dalga ya da radyo dalgası olarak adlandırılır. Radyo dalgalarının eşsiz özelliği sayesinde, dalganın gidiş ve dönüş süresi hesaplanarak ışığı yansıtan cismin ne kadar uzakta olduğu ölçülebilmektedir. Bugün radyo dalgalarının bu üstün özellikleri sayesinde radarları (2) kullanabilmekteyiz. Radarlar sayesinde, askeri uzmanlar uçak, gemi, tank gibi düşman hedeflerini, meteorologlar da yağmurları önceden belirleyebilmekte, astronomlar ise gezegenlere ait bilgiler edinebilmektedir.(3)

Elektromanyetik dalgaların boşluktaki yayılma hızları ışık hızına eşittir (saniyede 300.000 km). Eğer vericilerden çıkan sinyaller daha yavaş bir hızla yayılsaydı bugünkü birçok iletişim imkanına sahip olamazdık. Mesela uzaklardaki bir olayı saniye saniye canlı bir yayınla izlememiz mümkün olmazdı. Bu durumda radyo ve TV kitle iletişim araçlarının yanında bireysel haberleşme de son derece kullanışsız hale gelirdi. Mesela Türkiye ile Japonya arasındaki bir-iki dakikalık bir telefon görüşmesi saatler boyunca sürebilirdi. Ancak böyle bir şey olmaz çünkü elektromanyetik dalgalar ilk ortaya çıktıklarından beri en iyi istifade edeceğimiz hızda yayılmaktadır. (4)

Çevremizde gördüğümüz bütün teknoloji ürünleri vicdanıyla ve aklıyla bakan her insan için birer yaratılış delili olma özelliği taşır. Örneğin mercekleri sayesinde en uzak yıldızları bile yanı başımızdaymış gibi gösteren teleskoplar, yüzlerce kilometre yolu birkaç saatte gitmemizi sağlayan arabalar, saniyede milyarlarca işlem yapabilen bilgisayarlar, televizyonlar, elektrik ampulleri ve bunlar gibi daha niceleri Allah'ı tanımak isteyen her insan için birer yaratılış delilidir. Dev bir yıldızın hayatı, büyük bir yaratılış delili olabileceği gibi bir bilgisayarın içindeki elektronik devre parçası da insanları imana yönelten bir hakikat olabilir.

Hayatı boyunca etrafında gördüğü veya duyduğu herşeyde Allah'ın ayetlerini fark edip bunlar üzerinde düşünmek mümin için büyük bir sorumluluktur. Vicdan sahibi her insan bunun bilincindedir. Ve Allah'ın yarattığı milyonlarca canlının, kusursuzca yayıp döşediği yeryüzünün ve uçsuz bucaksız göklerin arasında yaşarken, bunları düşünmeden, ölümün ahiretin varlığından gaflet içinde bir yaşam sürdürürse bunun hesabını veremeyeceğini bilir.

Spermlerin Yol Bulmadaki Üstün Kabiliyetleri

Almanya'nın Ruhr Üniversitesi profesörü fizyolog Hanns Hatt , spermlerin ana rahminde yumurtalığa ulaşabilmek için yollarını “koklayarak” bulduklarını açıkladı.

Hatt'ın, yaptığı araştırmalar sırasında, spermlerin ve insanların derilerinin de koku alabildiğini tespit ettiği kaydedildi.

Washington Üniversitesi Fizyoloji ve Biyofizik departmanından Babcock ise konuyla ilgili olarak, “araştırmalar gösteriyor ki yumurta, spermi “koklama” kabiliyetini göz önüne alarak seçiyor olabilir” dedi.

Spermin Zorlu Yolculuğu

İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça karmaşık bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu bir damla suyun yalnızca küçük bir bölümünü oluşturan spemlerin yapıları ve yerine getirdikleri görevlerse gerçekten hayranlık vericidir.

Yeni bir insan yaratılmasının ilk basamağı olacak spermler erkek vücudunun "dışında" üretilirler. Bunun sebebi üretimin, ancak vücut ısısının yaklaşık 2oC altında gerçekleşebilmesidir. Bu ısının sabitlenmesi için ayrıca testislerin üstüne yerleştirilmiş özel deri de çalışır. Bunun fonksiyonu soğukta büzüşerek, sıcakta ise genleşip terleyerek gerekli olan ısıyı sabit tutmaktır.

Testislerde dakikada ortalama 1000 adet üretilen spermler, erkekten kadının yumurtalarına doğru yapacakları yolculuk için, sanki oradaki ortamı "biliyormuşcasına" özel bir tasarıma sahiptirler. Sperm; baş, boyun ve kuyruktan oluşur. Kuyruğu, spermin bir balık gibi ana rahminde ilerlemesini sağlayacaktır.

Bebeğin genetik şifresinin bir bölümünü barındıracak olan baş kısmı ise özel bir koruyucu zırhla kaplanmıştır. Bu zırhın faydası anne rahminin girişinde fark edilir: Buradaki ortam son derece asidiktir. Spermin, bu asidin varlığını bilen "birisi" tarafından koruyucu bir zırhla kaplandığı ise son derece açıktır. Bu asidik ortamın da nedeni annenin mikroplardan korunmasıdır.

Meni içindeki sıvılar spermlerin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri içerir. Ayrıca baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi görevleri de vardır. Burada da yine iki ayrı ve bağımsız varlığın birbiriyle kusursuz bir uyum içinde yaratıldığını görüyoruz.

Spermler yumurtaya varana kadar annenin vücudunda zorlu bir yolculuk geçirirler. Kendilerini ne kadar savunurlarsa savunsunlar, 200-300 milyon spermden yumurtaya ulaşanların sayısı bini pek aşamaz.

Sperm yumurtaya uygun olarak düzenlenirken, çok ayrı ve farklı bir ortamda da yumurta yeni bir hayat için tohum olmaya hazır hale getirilmektedir... Kadının haberi bile yokken, yumurtalıklarda oluşan bir yumurta önce karın boşluğuna bırakılır ve hemen sonra ana rahminin fallop tüpü denen uzantılarının ucunda yer alan kollar sayesinde yakalanır. Ardından yumurta fallop tüpünün iç yüzeyindeki tüylerin hareketiyle ilerlemeye başlar. Büyüklüğü ise bir tuz tanesinin ancak yarısı kadardır.

Yumurta Sperm Buluşması

Yumurta sperm buluşmasının yeri fallop tüpüdür. Burada yumurta özel bir sıvı salgılamaya başlar. İşte bu sıvı sayesinde spermler yumurtanın yerini bulurlar. Dikkat edelim: Yumurta "salgılamaya başlar" derken bir insandan ya da şuurlu bir varlıktan söz etmiyoruz. Bu ufacık protein yığınının, "kendi kendine" böyle bir şeye "karar vermesi", daha da ötesi spermi kendine çekecek bir kimyasal bileşim "hazırlayıp" salgılaması tesadüfle açıklanamaz. Ortada açık bir tasarım vardır.

Özetle, vücudun üreme sistemi özellikle yumurtayla spermi buluşturacak şekilde hazırlanmıştır. Ve kadın üreme sistemi spermlere, spermler de kadın vücudundaki ortama uygun olarak yaratılmıştır.

İnsan Bedeni Herşeyiyle Allah'ın Sonsuz İlminin Delillerinden Biridir

İşte bilim adamlarının son araştırmaları, mucizevi doğum olayının sadece bu aşamasıyla, yani spermin nasıl olup da uzun yolculuğu sonunda yumurtayı bulabildiğiyle ilgilidir.

Araştırmalar spermlerin “koku aldıklarını” göstermektedir. Bu bilgi karşısında tekrar durup düşünmek gerekir. Kokuyu alan, bir burnu ve aldığı kokuyu yorumlayan bir beyni olan, bu yoruma göre kararlar alıp uygulayan bir canlı mıdır? Elbette hayır. Bu, boyu yalnızca milimetrenin yaklaşık %1'i kadar olan bir spermdir. Bir spermin yumurtadan salgılanan sıvının kokusunu alabilmesi de onun Yüce Allah tarafından tasarlanıp yönlendirildiğinin açık bir kanıtıdır.

Tüm bu sistemler, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın sonsuz kudretinin ve ilminin birer delilidir. Allah insan bedeninin derinliklerinde, gözle görülmeyecek kadar küçük noktalarda, insan zihninin kavrayış kapasitesini çok aşan mucizeler yaratmaktadır. Bedenlerimizde gerçekleşen bu mucizeler bizlere, insanın kendisi de dahil olmak üzere herşeyin üzerinde tek hakimin Yüce Allah olduğunu hatırlatmaktadır:

“… Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir; hem sizi topraktan inşa ettiği (yarattığı) ve siz daha annelerinizin karnında cenin halinde bulunduğunuz zaman da. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp-durmayın. O, sakınanı daha iyi bilendir.” (Necm Suresi, 32)

Kusursuz Tasarımların Sahibi


Allah'ın yaratmak için tasarım yapmaya ihtiyacı yoktur

'Tasarım' ifadesinin doğru anlaşılması önemlidir. Allah'ın kusursuz bir tasarım yaratmış olması, Rabbimiz’in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına gelmez. Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’ın yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir.

Allah'ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca "Ol!" demesi yeterlidir.

Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin Suresi, 82)

Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)

Bir yere yetişmek için evden aceleyle çıktınız, gideceğiniz yerin adresini tam olarak bilmiyorsunuz, üstelik trafik de çok sıkışık. Buna rağmen hiç endişelenmiyorsunuz. Evden çıkmadan önce küçük bir düğmeye basıyorsunuz, arabanız kendi başına park ettiğiniz yerden hareket ederek kapınızın önüne geliyor. Bu arada hava soğuk ama arabanız hassas termometresi ile algılıyor ve sizin bir düğmeye gerek kalmadan arabanızın içindeki ısıtma sistemi otomatik olarak açılıyor. Ona yaklaştığınızda ise, özel bir tarama sistemini kullanarak sizi tanıyor ve kapıyı açıyor. Koltuğunuza oturduğunuzda da emniyet kemeri otomatik olarak kilitleniyor. Gideceğiniz yerin adresini arabaya veriyorsunuz. Arabanız internet üzerinden trafik durumunu kontrol edip hedefe en çabuk varmanızı sağlayacak güzergahı çıkartıyor ve yolculuk sırasında güzergahla ilgili düzeltmeler yaparak bunları size bildiriyor. Bu arada arabanızda maksimum güvenlik kontrolü olduğu için kaza riskleri de en aza indiriliyor. Sözgelimi yol kaygansa yapabileceğiniz maksimum güvenli hızı hesap edip arabayı ona göre kullanmanızı sağlıyor. Eğer üzerinize doğru yüksek hızla seyreden bir araç varsa, trafik içinde en uygun yere doğru, en güvenli manevrayı otomatik olarak yapıyor.

Şüphesiz böyle bir araba var olsaydı pek çok kimse tasarımcısını, üretici firmayı merak eder ve onlar hakkında bilgi edinmeye çalışırdı. Şüphesiz bunun sebebi şu an böyle bir arabanın henüz yapılamamış olması. Oysa şu an teknolojik olarak hiçbir kıymeti olmayan bir araba da muhtemelen ilk yapıldığı sıralarda insanlarda hayranlık uyandırmıştır. İlk otomobil yapıldığında insanların pek çoğu gördüğüne inanamamış, "hiçbir hayvanın çekmediği kendi başına çalışan bir makine nasıl olabilir?" diye düşünmüştü. Oysa şu an mevcut otomobillerin en ucuzu, en eski teknoloji ile üretileni bile teknik özellikleri bakımından ilk otomobilden kat be kat üstün.

Az önce hayalini kurduğumuz otomobilden daha iyi bir otomobil üretildiğinde muhtemelen ona da duyulan hayranlık zamanla yok olup gidecek.

Acaba asıl hayranlık duyulması gerekenler teknolojik ürünler değil de onları tasarlayıp üretenler mi olmalı?

Şüphesiz arabalar için geçerli olan onları tasarlayan ya da üretenler içinde geçerli. Bir tasarımcı ya da üretici, bir başkasınınkinden daha hızlı, daha az yakıt harcayan daha konforlu otomobiller yapabilmektedir. Öyleyse hayranlık duyulması gereken insanların beyinsel işlevleri mi?

İlk otomobili tasarlayan ile bugün en beğendiğiniz arabayı tasarlayan kişilerin beyinleri arasında bir fark yoktur. Her ikisinin de beyni aynı büyüklüktedir, aynı maddelerden oluşur. Üstelik üzerlerindeki sinirlerin yapıları da en ufak ayrıntısına kadar birbirinin aynıdır. Aslında burada sorulması gereken "otomobillerin veya diğer teknolojik ürünlerin tasarımındaki temel unsur insan beyni midir?" sorusudur.

Her insanın beyni ortalama 1400 gramlık bir yağ ve protein bileşiminden oluşmaktadır. Tüm yağlar ve proteinler belirli moleküllerden, moleküller de belirli atomlardan oluşur. Bu durumda "arabaları tasarlayan ve asıl hayranlık duyulması gerekenler atomlardır" dememiz mi gerekiyor?

Bu son sorunun cevabı bizi, gerçek doğru cevaba götürecektir. Bu sorunun cevabı İlahi bir rehber ve içinde herşey için bir açıklama olan Kuran'da yer alıyor.

Bir tasarımcı veya amatör bir araştırmacı, otomobiller ile ilgili çok derin ve detaylı araştırmalar yapabilir. Bu konuda dünyanın en bilgili kişisi de olabilir. Ancak eğer akıl ve vicdandan yoksunsa, bu kişi sadece otomobil ile ilgili bilgilere sahip olacaktır, yani bu bilgileri sadece taşıyacaktır. Dolayısıyla bu bilgilerin doğrultusunda doğru bir çıkarım yapamayacaktır.

Oysa vicdan ve akıl sahibi bir insan, otomobildeki mükemmel özellikleri, detaylarındaki mükemmellikleri görerek, bu kadar karmaşık bir yapının ancak ve ancak bir Yaratan'ı, üstün akıl sahibi bir tasarlayıcısı olması gerektiğini anlar. Sözgelimi arabanın durabilmesi için bir fren mekanizması olmalıdır. Ancak bir arabadaki fren sistemi ne kadar mükemmel olursa olsun işe yaraması için ilk önce cisimler ve yüzeyler arasındaki sürtünme kuvvetinin var olması şarttır. Eğer sürtünme kuvveti yaratılmamış olsaydı fren yapmak bir yana arabanın vites kolunu kavrayamayacak, hatta gaz pedalına bile dokunamayacaktık. Motor yağını oluşturan atomlar kayganlık özelliğini verecek şekilde dizilmemiş olsalardı, arabanızın motoru ne kadar mükemmel olursa olsun hemen bozulacaktı.

İnsan vicdanıyla düşünmeye devam ederse şu sonuca varacaktır: otomobili ve onun tasarımcısını bu mükemmellikte yaratan güç, diğer tüm canlı ve cansız varlıkların da Yaratıcısıdır. Kuran'da vicdanının sesini dinleyip akıllıca düşünerek Allah'ı bulan Hz. İbrahim şöyle örnek verilmektedir:

"Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: 'Bu benim Rabbimdir.' Fakat (yıldız) kayboluverince: 'Ben kaybolup-gidenleri sevmem' demişti. Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: 'Bu benim Rabbim' demiş, fakat o da kayboluverince: 'Andolsun' demişti, 'Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.' Sonra Güneş'i (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: 'İşte bu benim Rabbim, bu en büyük' demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.' 'Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim'." (Enam Suresi, 76-79)

Elbette Hz. İbrahim'le ilgili bu kıssada önemli bir ders vardır. Bir insanın Allah'ın varlığını kavraması son derece kolaydır. İnsanın gözünü çevirdiği her yerde yaratılışın sayısız delili mevcuttur. Vicdanlı bir insan hiçbir şey bilmese de, kendisine hiçbir şey anlatılmasa da, yapacağı birkaç dakikalık samimi bir tefekkür ile evrenin bir Yaratıcısı olduğunu kolaylıkla görebilir. Ve Allah'ın gücünü, büyüklüğünü, herşeye hakim olduğunu anlayabilir. İşte bu yüzden vicdanı ile düşünen Hz. İbrahim samimi bir tefekkür sonucunda Allah'ın varlığını ve yüceliğini görmüştür.

Hammaddesinden, tasarımcısına kadar teknolojik ürünlerin tüm bileşenleri Allah'ın sonsuz ilminin ürünüdür. Allah'ın kusursuz yaratışının örnekleri sürtünme kuvvetinden elektromanyetik dalgalara, elementlerin içindeki atomlardan ışığa kadar her yerde kendini gösterir.

Nitekim Allah'ın bu kusursuz yaratma gücü ve sanatı, bir Kuran ayetinde şöyle ifade edilir:

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

KAN


Yaşam Veren Sıvı

Kan, vücudu bir ulaşım ağı gibi saran damarlar içinde akar ve insan vücudunun her noktasını ziyaret eden uçsuz bucaksız bir otobana benzer. Bu otobanın bizim yaptıklarımıza benzer yönleri olduğu gibi farklı yönleri de vardır. Bütün taşıma işleri, haberleşme ve işleri vücuttaki dengelerde bu otoban üzerinden sağlanır. Otobanın en çarpıcı özelliği üzerinde oluşan bir hasarı kendi kendine onarabilmesidir.

Otobandaki en önemli işlerden biri vücudumuzdaki ihtiyaç duyulan maddeleri taşımaktır Otobanda yiyecek, su glikoz, aminoasit, vitaminler, mineraller, ve besinler kargo paketleri ile taşınır. Ulaştırılması gereken en acil paket oksijendir. Çünkü hücreler oksijensiz kalırlarsa kısa bir süre içinde ölürler. Ancak vücutta kurulmuş olan kusursuz sistem sayesinde paketlerin tümü hücrelere tam zamanında taşınır ve hep doğru adreslere teslim edilir.

Ayrıca kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir. Vücutta bulunan hücrelerin gerçekleştirdiği işlemler sonucunda bazı atıklar ortaya çıkar. Karbondioksit ve üre gibi vücut için zararlı olan bu atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılarak vücuttan atılması da kan vasıtasıyla gerçekleşir. Kan atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.

Kan hücrelerinin yaptıklarına tek tek bakınca sanki bir bilinçleri varmış gibi düşünebilirsiniz: Kanda taşınan atık maddeleri ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte ve hangisinin nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Oysa tüm bu işlemleri hiçbir bilinci olmayan kan hücreleri gerçekleştirir. Kan hücrelerinin, son derece düzenli bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri, onları tasarlayan ve organize eden bir akıl ve bilincin varlığını gösterir. Bu insanın kendisi değildir ve olamaz da. Çünkü insan bu işlemlerin herhangi birinden haberdar olmadan bir ömür sürer. Ancak dolaşım sistemi yine de kusursuzca işlemeye devam eder. Kan hücrelerinin, bu ayrıştırma, seçme ve karar verme yeteneklerini tesadüfen kazanmış olduklarını, bunları kendi iradeleriyle gerçekleştirdiklerini öne sürmek ise en mantıksız ve akıl dışı iddialardan biri olacaktır. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz bir sistem yaratının üstün kudret sahibi olan Allah olduğu apaçık bir gerçektir.

Buna karşın bugün bazı bilim adamları ve insanlar, tesadüfen meydana gelen milyonlarca olayın, cansız maddeleri canlandırdığını, kusursuzca işleyen, eksiksiz tasarıma sahip yapıları oluşturduğunu iddia edebilmektedirler. Darwinizm olarak adlandırılan bu iddianın ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi yeterlidir.

Kandaki taşıma işini yapan ve protein olarak adlandırılan maddelerden biri de albümindir. Albümin kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı zehirleri karaciğerde zararsız hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür. Şimdi bir düşünün ve kendinize şu soruları sorun:

-Albumin gibi atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?

-Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safrayı, mideyi tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir?

Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini mikroskopta görseniz -tıp eğitimi almadıysanız- bunları siz bile birbirinden ayıramazsınız. Hangi organa hangisinin ne kadar miktarda bırakılması gerektiğini ise kesinlikle tespit edemezsiniz. İnsanların büyük bir çoğunluğunun, özel bir eğitim almadıkça bilemeyecekleri bu bilgileri, şuursuz birkaç atomun birleşiminden oluşan albumin molekülü bilmekte ve milyonlarca yıldır bütün insanlarda görevini kusursuzca yerine getirmektedir. Kuşkusuz bir "atom topluluğunun" böyle bir şuur gösterebilmesi, Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile gerçekleşmektedir.

Kandaki Alyuvar adlı hücrelerin görevi oksijen taşımaktır. Oksijen alyuvarın yüzeyindeki hemoglobin adlı moleküle tutunarak taşınır. Bunun anlamı şudur: hücrenin yüzeyi ne kadar büyükse o kadar büyük miktarda oksijen taşınır. Ancak alyuvarların kılcal damarlardan da geçebilmesi gereklidir. Bu durumda alyuvarın hem en büyük yüzeyde hem de en küçük hacimde olması şarttır. Aynı anda da bu iki şartı sağlayacak şekil hangisidir?

Alyuvarlar yassı, yuvarlak ve her iki yandan basık yapıdadırlar. Bu halleriyle yandan iyice bastırılmış kaşar peyniri tekerine benzerler. Bu, mümkün olan en küçük hacimde en büyük yüzeyi içeren şekildir. (Sağdaki şekilde; en sağdaki hücre tipi) Nitekim bir tane alyuvar, bu şekli sayesinde, tam 300 milyon hemoglobin molekülünü taşıyabilir. (1) Bu o kadar ideal bir şekildir ki; Yetişkin bir erkeğin damarlarında yüzen 30 milyar alyuvarın yüzeyini tek bir alan oluşturacak şekilde yayabilseydik bir futbol sahasının yarısını kaplayabilirdik. Alyuvarların şekli böyle olmasaydı ne olurdu?

Bu durunda alyuvarlar yeteri kadar oksijen taşıyamaz ve oldukça kötü sonlanacak bir rahatsızlığa yakalanabilirdik. Nitekim "Orak hücreli anemi" denilen hastalıkta alyuvarlar uzunca bir orağa benzediklerinden kandan dokulara oksijen geçişi zorlaşır. Bu durumda kanda tutulan oksijen oranı hastanın yaşamını tehdit edecek kadar düşer. (2)

Alyuvarlar mümkün olan büyük yüzeye mümkün olan en küçük hacimde sahip olmalarına karşın hala bir sorun vardır: Bazen kılcal damarların genişliği kılcal damarların genişliğinin yarısına kadar düşmektedir. Öyleyse alyuvarlar nasıl oluyor da kılcal damarlarda tıkanıp kalmamaktadırlar? Alyuvar hücreleri son derece esnek yapıdadır. Sıkışıp küçülerek en dar kılcal damarlardan bile rahatlıkla geçerler. Eğer alyuvarlar böylesine büyük bir esneme özelliğinde yaratılmamış olsalardı ne olurdu? Bu sorunun cevabını şeker hastalığını araştıranlar bilir. Şeker hastalarının kan hücreleri genellikle esnekliklerini yitirir. Bu nedenle, hastaların gözlerindeki hassas dokular esnek olmayan kan hücreleri tarafından tıkanır. Bu tıkanma ise körlüğe yol açabilir.

Hatırlarsanız, biraz önce oksijenin alyuvarların üzerindeki hemoglobin adlı özel bir moleküle tutunarak taşındıklarından bahsetmiştik. İsterseniz biraz da bu molekülden bahsedelim: Vücuttaki taşıma işlemi için hücrenin şeklinin yassı olması ya da yeteri kadar esnek olması tek başına yeterli değildir. Bir alyuvar oksijeni taşısa da bunu hücrelerin kullanabileceği şekilde sunamazsa görevini yerine getirememiş olur. Çünkü vücut hücrelerinin, oksijeni kendilerine bağlayacak özel moleküllere ihtiyacı vardır. Bu molekül oksijenle üç boyutlu bir yapıda en ideal şekilde birleşmeli ve oksijeni güvenle taşımalıdır. Ancak oksijene çok da sıkı bağlanmamalı, oksijen verilecek hücreye geldiğinde, oksijenden kolayca ayrılabilmelidir. Kısacası oksijenin taşınması ve gereken yerlerde kullanılabilmesi için kendine has bir tasarıma sahip çok özel bir moleküle ihtiyaç vardır. İşte bu molekül alyuvarlara -dolayısıyla kana- kırmızı rengini veren hemoglobin molekülüdür. Hemoglobin birbirinden farklı iki işlev yapabilmesi nedeniyle bilim adamları tarafından "olağanüstü bir molekül" olarak nitelendirilmektedir.

Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Bu sırada kaslar da besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Hemoglobin molekülü kaslara ulaştığında öncekinin tam tersi bir işlev görerek oksijeni bırakıp karbondioksiti alır. Bu büyük bir şuur gerektiren son derece disiplinli bir hareket şeklidir. Bilim adamları, 1996 yılında, alyuvarların yapısındaki hemoglobin moleküllerinin oksijeni taşımaktan başka, yaşamsal önem taşıyan bir diğer molekülü daha taşıdıklarını keşfettiler. Bu molekül, azot monoksittir (NO). Hemoglobinin azot monoksit gazını taşımasının çok önemli bir nedeni vardır. Hemoglobin, azot monoksit gazının yardımıyla dokuya ne kadar oksijen verileceğini denetler. Dolayısıyla, bu gazın hemoglobin tarafından taşınması insan hayatı ve sağlığı açısından son derece önemlidir.

Hemoglobinin kusursuz molekül yapısı ve işlevleri bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Nitekim evrimci bilim adamlarından Gordon Rattray bir kitabında, hemoglobin hakkında şunları yazmıştır:

"Kanın oluşumu, tek başına bir destan gibidir. Çoğunun yeterince anlaşılmadığı en az 80 unsurdan oluşur. En büyük öneme sahip olan bileşen ise hemoglobindir. Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Orada ise tam tersi işlevi yapar, oksijeni bırakıp, karbondioksiti alır. Kaslar besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Bir arabanın akaryakıt yakıp karbonmonoksit üretmesi gibi. Bu madde gerçekten olağanüstü bir moleküldür ki, bir anda oksijene karşı birleşme eğilimi gösterirken, birkaç saniye sonra bu eğilimini kaybeder. Bir anda tercihi karbondioksite bağlı olarak değişir. Bu da onu daha da dikkate değer yapar. Yaptığı işe uyum gösteren daha iyi bir örnek yoktur." (3)

Hemoglobin molekülü adeta şuur sahibi bir varlık gibi gerektiği yerde ve zamanda gereken seçimi yapabilmektedir. Yalnızca oksijeni taşımakla kalmayıp, hemoglobin, oksijene acil gereksinimi olan bir kasın yanından geçerken bu oksijeni bırakması gerektiğini hemen anlamakta, bu sırada açığa çıkan karbondioksiti alması ve nereye bırakması gerektiğini de bilerek hareket etmekte ve yeni yüküyle birlikte akciğerlere doğru yola çıkmaktadır. Hemoglobin molekülü hiçbir zaman oksijen ile karbondioksiti birbirine karıştırmamaktadır ve daima doğru adrese gitmektedir. Bir molekülün düşünme, karar verme, seçme ve tercih yapma gibi özellikler gerektiren bu gibi davranışlarda bulunması elbette ki düşündürücüdür.

Bir alyuvar hücresinde yaklaşık 300 milyon tane hemoglobin molekülü bulunur. Bu moleküllerin tümü bu işlemleri hiçbir karışıklık çıkmadan yapabilecek özelliklere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan bütün hemoglobin moleküllerinin sayısı ve bu moleküllerin hepsinin istisnasız aynı yeteneklere sahip oldukları düşünüldüğünde konunun önemi daha net anlaşılmaktadır. Böyle bir seçiciliğin tesadüfen ortaya çıkamayacağı, tesadüflerin insan vücudundaki milyarlarca hemoglobine bu özellikleri kazandıramayacağı akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Hemoglobin molekülünü yaratan ve her insanın vücuduna tüm özellikleriyle birlikte yerleştiren Allah'tır.

"Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz?" (Nahl Suresi, 17)

Alyuvarlarla ilgili akılda tutulması gereken önemli bir özellik daha vardır: Olağan koşullarda vücutta saniyede yaklaşık 2.5 milyon alyuvar üretilir. Bu hücrelerinde bizim gibi bir ömürleri vardır. Ancak bu hücreler ömürlerini doldurup yaşlandıklarında vücudumuzu korumakla görevli olan hücrelerce öldürülerek yok edilirler. Bizler birbirimizin nüfus kağıtlarındaki doğum tarihlerini görmesek de ne kadar yaşlı olduğunu biliriz. Ama bir hücre karşısındaki hücrenin ne kadar yaşlı olduğunu nereden bilebilmektedir?

Bir düşünün. İnsan bedeninde yaklaşık olarak 25 trilyon alyuvar hücresi vardır ve sağlıklı bir yaşam bir sürebilmemiz bu sayının sabit tutulması şarttır. Oysa olağan koşullarda vücutta her saniye yaklaşık 2,5 milyon alyuvar üretilir. Bu şu anlama gelmektedir. Her saniye ömrünü tamamlayan 2,5 milyon alyuvarın doğru olarak tespit edilip yok edilmesi şarttır. Mesela sistemde bir hata olduğunu ve yok edilmeleri gerektiği halde bazı alyuvarların kandaki varlıklarını sürdürdüklerini düşünün. Ne olurdu? Kandaki alyuvar sayısının artması ile birlikte kanın akıcılığı azalacak ve bu da damarlarda tıkanmaya neden olarak ve kalbin çalışmasını oldukça zorlaştıracaktı. Normal koşullarda böyle bir problemle karşılaşmayız çünkü her seferinde yeteri miktarda alyuvar yok edilir ve kana tam da yok edilenlerin sayısı kadar yeni alyuvarlar üretilir.

Kan vücudun haberleşme yollarından birini de oluşturur. İnsan vücudundaki hücreler arasında çok üstün bir haberleşme sistemi vardır. Hücreler birbirleri ile -adeta her biri şuurlu birer insanmışçasına- bilgi alışverişinde bulunurlar. Hormonlar, organlar ve hücreler arasında kimyasal mesajlar taşıyarak haberleşmeyi sağlar.

Damarlarımızda dolaşan kanın temel özelliklerinden biri de kusursuz bir dengeleyici olmasıdır. Kanla dolu damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan kalorifer boruları gibi ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının kaynağı kalorifer örneğinde olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil, vücuttaki bütün hücrelerdir. Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı bedene eşit olarak dağıtılır. Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda, örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı. Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir. Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının düşürülmesi için de terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer.

Deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu fiziksel işler yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır. Kan, vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar. Üşüdüğümüzde ten rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin altındaki kan damarları havanın soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde havaya yakın bölgelerdeki kan bu şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki soğuma minimuma indirilir.

Sırtımızda metrelerce yüksekliğinde bir hava tabakası taşımamıza rağmen havayı oluşturan gazların varlığını hiç hissetmeyiz bile. Oysa böyle bir ağırlık altında ezilip ölmemiz işten bile değildir. Ancak böyle olmaz. Çünkü kanımız vücudumuzun içinde, üzerimizdeki bu etkiyi yok edecek bir iç basınç oluşturur. Peki kan nasıl olur da vücudumuzun üzerindeki dış basıncı dengeleyecek kadar bir iç basınç oluşturur?

Hatırlarsanız daha önce alyuvarların oksijen taşımak için hemoglobin adlı bir molekül kullandığından bahsetmiştik. Hemoglobin molekülleri oksijenin yanı sıra azot monoksit (NO) gazını da taşır. Eğer bu gaz kanda taşınmasıydı, kan basıncı sürekli değişim gösterecekti. Hemoglobin ayrıca azot monoksit yardımıyla bir dokuya ne kadar oksijen verileceğini de denetlemektedir. Eğer taşınan NO gazı gerekli miktardan fazla taşınsaydı iç basınç dış basınçtan daha fazla olsaydı içine devamlı hava basılan bir kutunun patlaması gibi patlardık. Eğer daha az olsaydı bu seferde dış basıncın etkisiyle ezilir ve ölürdük. Şüphesiz bir atom yığını olan hemoglobin bu hassas dengeyi kendi başına sağlayamaz. Vücudumuzdaki bu hassas denge, Vücudumuzu kusursuzca denetim mekanizmalarını yaratan sonsuz ilim sahibi Allah'ın eseridir.

bakteri

Sağlığınız İçin Yaratılmış
Bakteriler Olduğunu Biliyor musunuz?

Vücudunuz için gerekli olan bazı vitaminlerin bakteriler sayesinde size yararlı hale geldiğini biliyor muydunuz?

İnsan vücudu için mutlaka gerekli olan vitaminlerden biri K vitaminidir. K vitamini kanın pıhtılaşmasında görev yapan, eksikliğinde insanı ölüme götürecek sonuçlar doğuran son derece önemli bir vitamindir. Ancak K vitamini doğada insan bedeninin ihtiyaç duyduğu şekilde bulunmaz. Vücudun bu vitamini kendi kullanabileceği hale getirmesi, yani bir anlamda "rafine" etmesi gereklidir. Ancak insan metabolizması böyle bir rafine işlemini gerçekleştiremez. Peki nasıl olup da insanlar K vitamini eksikliğinden dolayı yaşamlarını yitirmezler? Bu vitamini insanın kullanacağı hale getiren mekanizma nedir?

Sindirim sisteminde bulunan özel bakteriler, K vitaminini bir dizi işlemden geçirir ve insanın kullanabileceği hale getirirler. Bakteriler tarafından rafine edilmiş K vitamini kalın bağırsaktan emilerek kana karışır. Görüldüğü gibi bakteriler tam olmaları gereken yerde bulunmaktadır ve rafine işlemini yapacak yeteneğe sahiptir.

Peki bakteriler bu özelliği nasıl kazanmışlardır? Bu yeteneği onlara veren kimdir? Evrim teorisi savunucularına göre insan ve sahip olduğu tüm sistemler şuursuz ve cansız atomların zaman içinde tesadüfler sonucu biraraya gelmesiyle oluşmuştur. Ancak akıl ve vicdan sahibi her insanın takdir edeceği gibi, tesadüflerin bir bakteriyi ortaya çıkarıp, sonra bunu insanın sindirim sistemine yerleştirip bu bakteriye insanın faydası için neler yapacağını öğretmesi mümkün değildir.